İnönü’nün II. Dünya Savaşı Stratejisi
- Onur Şişman

- 17 Eyl
- 4 dakikada okunur
İsmet İnönü’yü 1938–1945 aralığında tanımlayan en belirgin politika, Cumhuriyet’in ikinci döneminin en zor sınavlarından biri olan İkinci Dünya Savaşı’nda Türkiye’yi sahaya sürmemek için yürüttüğü titiz denge diplomasisidir. Bu yazıda amacım İnönü’nün kullandığı araçları, karşılaştığı imkan ve sınırlılıkları, aldığı riskleri ve bıraktığı mirası tarihçi bakışıyla anlatmaktır.
1939’da Türkiye, jeopolitik olarak iki blok arasında kıstırılmış durumdaydı: Balkanlar’da, Karadeniz’de ve Ege’de tarafların nüfuz alanları hızla değişiyordu. Cumhuriyet yeni kurulmuş, 1920’lerin ve 30’ların hatıraları — Lozan’ın korunması, toprak bütünlüğü, bağımsızlık ilkeleri — siyaset yapıcıların zihninde tazeydi. Savaşın ilk yıllarında özellikle Fransa’nın 1940’taki çöküşü ve Balkanlar’da Alman ilerleyişi, Türkiye’yi yalnız bırakma ihtimalini kuvvetle artırdı; bu durum Ankara’yı önce süreksiz bir ittifakla sonra aktif tarafsızlığa sürükledi. Türkiye’nin Ekim 1939’da Fransa ve İngiltere ile yaptığı ikili temaslar ve Haziran 1940’ta ilan edilen non-belligerency (savaş dışı kalma) kararının arka planı budur.
İnönü, Cumhurbaşkanı sıfatıyla aldığı kararları ulusal varoluş çerçevesinde değerlendirdi. İlke basitti: ülke hayatta kalacak, devlet kurumları zarar görmeyecek; zafer ya da milli prestij uğruna ülke harap edilmeyecekti. Bu yaklaşım, hem askeri gerçekçilikten (ordu ve hava kuvvetlerinin donanım eksiklikleri) hem de yakın tarih tecrübesinden (I. Dünya Savaşı ve Milli Mücadele) kaynaklanıyordu. İnönü ve çevresi, Türkiye’nin askeri ve ekonomik araçlarının bir büyük savaşa tahammül edemeyeceğini, bu yüzden diplomasinin ilk ve birincil savunma aracı olması gerektiğini düşündü. Bu değerlendirme akademik literatürde de sıklıkla vurgulanır.
İnönü dönemi dış politikasının paradokslarından biri, Almanlarla yazılı bir dostluk/saldırmazlık paktı imzalanmasıdır. 18 Haziran 1941’de Ankara’da Türkiye ile Almanya arasında imzalanan Alman-Türk Dostluk ve Saldırmazlık Antlaşması, Türkiye’nin resmi tarafsızlık pozisyonunun dışa vurumlarından biriydi. Bunun arka planı karmaşıktı: Balkanlar’daki Alman zaferleri ve Sovyetler ile Almanya arasındaki çatışma, Türkiye’yi iki yandan kuşatma tehlikesiyle karşı karşıya bıraktı; İnönü, açık cephelerden kaçınarak devletin korunmasını tercih etti. Bu antlaşmanın metni ve bağlamı dönem belgelerinde mevcuttur.
Aynı yıllarda Ankara, ekonomiyi de bir tür savunma aracı gibi kullandı; yani ticaret ve maden satışlarını denge unsuru yaparak hem Almanya’yı hem de Müttefikleri idare eden bir tampon rolü üstlendi. Ekim 1941’de imzalanan ticari anlaşma çerçevesinde Almanya’ya krom gönderimleri ve karşılığında malzeme alma vaatleri ortaya çıktı. Buna mukabil Müttefikler, Almanya’nın stratejik ham maddelere erişimini engellemek için önleyici satın alma yoluna gittiler; İngiltere ve ABD, Türkiye’den krom ve öteki malları büyük meblağlarla satın alarak Almanya’ya gidebilecek kaynakları sınırlamaya çalıştı. Bu ekonomik diplomasinin politik amacı açıktı: Türkiye’yi hem zorlamadan uzak tutmak hem de Almanya’nın savaş kapasitesini sınırlamak.
İnönü’nün siyaseti pasif bir bekleyiş değildi; aksine ordunun hazır tutulması, sınırlar boyunca birlik konuşlandırılması, savunma hatlarının güçlendirilmesi ve olağanüstü ekonomi tedbirleriyle desteklenen aktif bir savunma planıydı. Dönemin belgelerine göre Türkiye önemli bir askeri gücünü sahada tutmak için adımlar attı; Amerikan kaynakları, 1947 tarihli değerlendirmede Türkiye’nin savaş halinde yaklaşık 1.5 milyon kadar eğitimli erkeği kısa sürede cepheye sürme potansiyeline sahip olduğunu not eder — ama bu potansiyelin etkinliği ve donanımı tartışmalıydı. İnönü, dış yardım ve modern silah tedariki konusundaki teklifler karşısında ya kabul ya reddin sembolik anlam taşıdığını, dolayısıyla dikkatli hareket edilmesi gerektiğini biliyordu.
Müttefik liderler özellikle 1941 sonrası Türkiye’yi savaşa çekmek için yoğun diplomasi yürüttüler. Winston Churchill, 1943 başında İnönü ile Adana/Yenice görüşmelerinde Türkiye’nin savaşa girmesi için ikna çabalarını bizzat üstlendi; karşılığında kapsamlı askeri yardım, üs kullanımı ve operasyonel kolaylıklar teklif etti. Buna rağmen İnönü, güvenlik garantileri olmadan böyle bir adımın çok riskli olduğunda ısrarcıydı. Bu görüşmeler İnönü’nün savaş dışı kalma kararlılığının en açık diplomatik göstergelerindendi. Churchill’in ısrarı, savaşın dönüm noktalarına bağlı olarak artıp azaldıysa da, Ankara’nın mesajı netti: Türkiye sadece kendi koşullarında ve ulusal çıkarlarına uyan bir biçimde hareket eder.
Savaşın ağır ekonomik şartları içinde devlet, orduyu ayakta tutmak ve ülkenin savunmasını sürdürebilmek için Varlık Vergisi uygulamasına başvurdu. Bu vergi en çok gayrimüslim vatandaşları, özellikle de Yahudileri etkiledi; birçok kişi büyük mali kayıplar yaşadı ve ağır mağduriyetlere uğradı. Ancak bu noktada unutulmaması gereken bir gerçek vardır: Eğer Türkiye savaşa girseydi, Yahudi vatandaşlar çok daha büyük bir felaketle yüz yüze kalacaktı. Hitler’in Avrupa’da milyonlarca Yahudi’yi sistematik biçimde yok ettiği düşünüldüğünde, Türkiye’nin tarafsız kalması, Yahudi toplumunu topluca imhadan korumuş oldu. Varlık Vergisi acı ve belki adaletsizdi ama İnönü’nün tercihi, Yahudilerin mallarını kaybetmesi pahasına da olsa, onların canlarını Hitler’in ölüm kamplarından uzak tutmak anlamına geliyordu.
Savaşın gidişatı 1944’te Almanya’nın moral ve askeri gerilemesiyle değişti; Türkiye, Ağustos 1944’te Almanya ile diplomatik ve ticari ilişkilerini kademeli olarak azalttı ve nihayetinde 23 Şubat 1945’te Almanya’ya karşı sembolik de olsa savaş ilan etti. Bu adımın amacı, fiilen çatışmaya katılmaktan çok, savaş sonrası düzen içinde tarafsız bir aktör olmaktan çıkarak Birleşmiş Milletler’e (ve dolayısıyla yeni uluslararası düzene) tam üye olma zeminini sağlamaktı. İnönü’nün bu manevrası, uzun süreli tarafsızlığın maliyetini azaltıp Türkiye’ye diplomatik getiriler sağladı.
İsmet İnönü’nün İkinci Dünya Savaşı boyunca sergilediği tutum, kimi zaman eleştirilen kimi zaman takdir edilen bir “denge siyaseti”ydi. Ancak uzun vadeli sonuçlara bakıldığında, bu tercihin Türkiye için hayati derecede olumlu olduğu tartışmasızdır.
Evet, savaş yıllarında Varlık Vergisi gibi uygulamalar toplumun bazı kesimlerine ağır yük bindirdi, ciddi mağduriyetlere yol açtı. Ancak şu da unutulmamalıdır ki İnönü’nün ülkeyi savaştan uzak tutması, Yahudi ve diğer azınlık vatandaşların Hitler’in gaz odalarına gönderilmesini engelledi. Avrupa’da milyonlarca Yahudi sabun yapılırken, Türkiye’de her şeye rağmen hayat devam ediyordu. Varlık Vergisi ağırdı ama soykırımın parçası olmamak ve topluca yok edilmemek, paradan ve maldan çok daha kıymetliydi.
Türkiye’nin savaşa girmesi halinde milyonlarca kayıp verilmesi, şehirlerin bombalanması, açlık ve yıkımın ülkeyi paramparça etmesi işten bile değildi. İnönü’nün devleti hayatta tutma önceliği, belki bazı kesimlerin ekonomik felakete uğramasıyla sonuçlandı; ama savaşın bedeli çok daha ağır, telafisi imkansız olacaktı.
İsmet İnönü’nün savaş dışı kalma kararı, bir pasiflik değil bilakis en rasyonel, en cesur devlet aklıydı. Milyonlarca insanın ölümüyle sonuçlanan bir savaştan uzak durmak, Cumhuriyet’in kurumlarını korumak ve Türk halkını felaketten sakınmak, tarihin en önemli kazanımlarından biridir.
Bugün geriye bakıldığında, İnönü’nün tercihinin, savaşın bütün fırtınalarına rağmen Türkiye’yi sağ salim limana çıkardığı görülür. Mal ve servet yerine hayatın korunması, diplomasinin kılıçtan daha keskin olabileceğini kanıtlamıştır. Türkiye, bu sayede hem toprak bütünlüğünü hem de bağımsızlığını koruyarak savaş sonrası dünyaya güçlü bir devlet olarak adım atmıştır.













Yorumlar